İki yıl önce benim isteğim doğrultusunda yaptığımız Güney Amerika gezimizden sonra bu kez eşimin isteği ile Avustralya ve Yeni Zelanda’ya gitmeye karar verdik. Herhangi bir tur şirketi ile değil de kendi başımıza gittiğimiz için birkaç ay ön çalışma yaptık. Avustralya ve Yeni Zelanda Türklere vize uyguluyor. Avustralya vizesi için internetten indirdiğimiz formu doldurup gerekli belgeleri ekledikten sonra Ankara’daki konsolosluğa gönderdik. Konsolosluk pasaportların aslını değil onaylı fotokopisini istiyor. Vize ücreti kişi başı 110 Dolar. 10 gün içinde mail olarak olumlu olumsuz sonuç geliyor. Yeni Zelanda konsolosluğu ise pasaportların aslını istiyor. Vize ücreti almıyor. 15 gün içinde kargo ile pasaportları iade ediyorlar. Türkiye’den Avustralya’ya direk uçuş yok. Bu nedenle 23 Ocak 2014 akşamı 4,5 saatlik bir uçuşla önce Dubai’ye vardık. Gezilerimizde hem taşıma kolaylığı hem de zamandan tasarruf için tek ve büyük bir bavul yerine birer tane çekçek tarzı, uçak içine kabul edilen türden valizler alıyoruz yanımıza. Böylelikle uçak indiği zaman bavul beklemek zorunda kalmıyoruz.
Gece yarısı Dubai’ye indiğimizde orada çalışan oğlumuz bizi karşıladı, onun evine gittik. Sabah kahvaltı sonrası çift katlı bir A380 ile ve 13 saatlik keyifli bir uçuşla önce Melbourn’a ; 1 saat bekleme sonrası tekrar havalanarak ve 3,5 saat uçarak nihayet Auckland’a ulaştık. Auckland Yeni Zelanda’nın en büyük şehri. Yeni Zelanda ile Türkiye arasında saat farkı 11. Auckland’a öğleden sonra saat 2 de vardık. Gümrükten geçince biraz Yeni Zelanda doları aldık. 1 YZD=1,8 TL . Gezilerimizde “booking.com” da otel araştırmaları yaparız.Burada da önceden araştırıp karar verdiğimiz ve birkaç gün kala rezervasyon yaptığımız otele bir taksi ile gittik. Havaalanı şehir arası 20 km ve 70 YZD. Kişi başı 16 dolara halk otobüsleri de var. Ancak otel aramak zorunda kalmamak için taksiyi tercih ettik.Tertemiz, yemyeşil yollardan geçerek 25 dakikada otelimize geldik. Trafik sıkışıklığı diye birşey yok ve ilerde de olmayacak gibi…Avustralya ve Yeni Zelanda’nın bize göre pahalı ülkeler olduğunu söyleyebilirim.
Otelimiz 4yıldızlı, iki kişi gecelik 140 YZD. Temiz ve çok merkezi. Kahvaltı genelde dahil değil buralarda. Biraz dinlendikten sonra dışarı çıkıp gezmeye başladık. Yeni Zelanda kuzey ve güney 2 adadan oluşuyor. Auckland kuzey adanın da kuzeyinde, sakin ve temiz bir kent. İnsanlar tanısın tanımasın birbirlerine gülümseyerek “günaydın, iyi günler, iyi akşamlar” diyorlar. Okyanus kıyısını ve iskelesini de gördükten sonra şehrin hemen hemen her yerinden görünen ünlü SkyTower’a gittik. (R1). İsteyenler bu kulenin üzerinden bungee-jumping yapabiliyorlar. Heyecanı sevmeme rağmen buna cesaret edemedim doğrusu! Yeni Zelanda’da şehirlerin belirli yerlerinde “i-site” denilen ve turizm informasyon bürosu vazifesini gören yerler var. Burada çalışanlar son derece güleryüzlü işini bilen ve yardımsever insanlar. Biz de yapmayı düşündüğümüz gezi ve aktivitelerle ilgili detaylı bilgi almak ve bağlantıları yapmak için SkyTower’ın içindeki bu büroya girdik. Ertesi günü için önceden yapmaya karar verdiğimiz “Zipline” için, sonraki gün yapacağımız Rotorua gezisi için ve sonrasında yapacağımız güney adaya otobüs yolculuğu için bağlantı ve ödemelerimizi burada yaptık. Akşam yemeğimizden sonra otelimize döndük. Sabah birşeyler atıştırdıktan sonra yürüyerek iskeleye gittik. Saat 10 da bir ferry ile 35 dakikada ünlü Waiheke adasına vardık. Burada birçok Aucklandlının yazlık evleri varmış. İskelede bizi elinde bir kartonla bir görevli bekliyordu. Sıcak bir karşılama sonrası bizim gibi 6 kişi daha bir minibüse binerek adanın içlerine doğru 15 dakika kadar gittik. Ada yemyeşil ormanları ve güzel koyları ile harikaydı. Minibüsten indiğimizde yine görevliler tarafından karşılandık. Bizlere bacaklarımızın içinden geçip omuzlarımızı kavrayan emniyet kemerine benzer bir düzenek giydirip başımıza kask taktılar. Bir platformun üzerine çıktık. (R2) Önümüzde giderek alçalan, yaklaşık 300 metrelik çelik kablolar vardı. Altımızda yüksek ağaçlardan oluşan orman. Bizi güçlü kancalarla bu çelik tellere asarak bırakıyorlar; biz de hızla, altımızdaki ağaçları seyrederek kayıp bir sonraki platforma gidiyoruz. Zipline denen şey bu. Çok güzel ve heyecan verici bir aktivite. Sonra orman içinde yürüyerek çeşitli bitki ve değişik kuşlar görerek bir sonraki platforma gidiyoruz. Bu süreç 3 kez tekrarlandı. Harika bir deneyimdi. Sonra minibüs bizi tekrar ada iskelesine bıraktı. Biz de Auckland’a döndük. Şehri biraz daha gezip otelimize geldik. Sabah saat 6.30 da bizi otelimizden bir minibüs aldı. Rus, Paraguaylı ve sonradan katılan Brezilyalı 3 gençle beraber 5 kişiydik. Yaklaşık 2,5 saatlik bir yolculuktan sonra Rotorua şehrine geldik. Yoldaki sohbet sırasında gençlerin çok gezdiklerini öğrenince Türkiye’yi sorduk. Üçü de gelmişler ülkemize. En çok Kapadokyayı beğenmişler. Ancak insanlarımızın kural tanımaz ve aldatmaya eğilimli oluşundan bahsettiler. Üzüldük tabi… Rotorua ve civarı dünyaca ünlü geyzerleri, Yüzüklerin Efendisi filmindeki hobbitlerin film platosu köyleri ve Ateş Böceği mağarası ile ünlü bir bölge. Şehir genelde sıcak yeraltı suları nedeniyle kükürt kokuyor ve heryerde yolların kenarlarında, park ve bahçelerde yerden dumanlar çıkıyor. Şehrin biraz dışında, ücretle girilen bir yere gittik. Burada öğle yemeğimizi yedikten sonra bizdeki halk oyunları gösterisi gibi Yeni Zelanda yerlileri Maorilerin bir gösterisi ve dansını izledik. Bu büyük alanda dolaşırken metrelerce yukarıya fışkıran muhteşem geyzerleri görme olanağı bulduk. (R3) (V1) Minibüsümüze binerek 1,5 saatlik bir yolculukla Ateş böceği mağarasına geldik. Giriş ücretli, rehber eşliğinde, saat başı giriliyor ve resim çekmek yasak. Mağaradan içeri girdik. Bazı yerleri hafif ışıklandırılmış ama genelde karanlık. Rehberimizde el feneri var. Patikalardan aşağı doğru iniyoruz. Dünyanın en ünlü 10 mağarasından biriymiş burası. Bizdeki damlataş mağarası gibi sarkıt ve dikitler var bu mağarada. Bir süre sonra mağaranın tavanında yıldızlar oluşmaya başladı. Giderek arttı. Bir yere gelince mağaranın tavanı inanılmaz oldu. Sanki binlerce yıldız parlıyordu. Bizi mağaranın içindeki suda bekleyen bir sandala aldılar. Sandal yavaş yavaş ilerlerken bu eşsiz görsel şölenin tadını çıkardık. (M1) Çıt çıkmıyor,herkes hayranlıkla yukarıya bakıyordu. Mağarada bulunan ve “glowworm” denilen bir böceğin larvasından çıkıyormuş bu ışık. Yasak olduğu için resim çekemedik ama internetten bakıp görmenizi öneririm. Mağaradan çıkıp yeniden Rotorua’ya döndük. Rotorua çok küçük, güzel bir göl kıyısında düzenli ve yemyeşil bir kent. Akşam yemeğimizi yedikten sonra saat 11 de terminalde otobüsümüze binerek kuzey adanın en güneyinde başkent Wellington’a doğru yola koyulduk. Gece otobüste uyuduk. Sabah 6,5 civarı Wellington’a geldik. Yeni Zelanda’nın kuzey adasından güney adasına geçişteki fiyortlar dünyaca ünlüymüş. Biz de Wellington’dan güney adaya ferry ile geçip bu ünlü fiyortları görelim dedik. Feribotun hareket saati 9 olduğu için biraz etrafı gezdik. Wellington alıştığımız başkentler gibi değil. Küçük, tertemiz, kuralların işlediği şirin bir kent. Gar binası çok görkemli. Yol kenarındaki kafeleri çok güzel. Feribotla geçiş 3 saat kadar sürüyor. Bu yolculuk neticede Pasifik Okyanusunda gerçekleşiyordu. Bu da bizi ayrıca heyecanlandırdı. Yolun yarısından sonra fiyortlar belirmeye başladı. Yeşil ve mavi, bu kıvrımlı yolda bu kadar mı güzel görünürmüş… Hayranlıkla seyrettik. (R5) Güney adada Picton isimli çok küçük bir kente yanaştık. Bizi bekleyen otobüsümüze binerek yaklaşık 2,5 saatlik bir yolculukla nihayet Kaikoura’ya geldik. Yol kıyıdan ilerlediği için hem manzara çok güzeldi; hem de zaman zaman kıyıda doğal ortamlarında deniz aslanlarını görmek bizim için güzel bir süpriz oldu. Küçük bir kıyı kenti olan Kaikoura’nın balinaları izlemede dünyanın en iyi yerlerinden biri olduğunu okumuştuk. Burada 1 gece kalacaktık. Otelimize gidip biraz dinlendik. Sonra çıkıp biraz dolaştık. Karnımızı doyurduk. Bizim Side, Marmaris gibi şirin bir sahil kasabası görünümünde bir yer. Burası da diğer yerler gibi pahalı. Küçük kola 7 TL, domatesin kilosu 6 TL. Otelimize dönüp dinlendik. Sabah kahvaltı sonrası valizlerimizi alıp otelden çıktık. Sahilde güzel bir yürüyüş sonrası taaa Auckland’dan rezervasyonunu yapıp parasını ödediğimiz Balina Seyretme (WhaleWatch) ofsine gittik. Valizlerimizi özel bir odaya koyduk. Bizim gibi 30 kadar kişiyi otobüsle bir teknenin yanına götürdüler. Kaptanımız güzel bir bayandı. Tekneye binip açılmaya başladık. Teknenin içinde oturuyor,camdan dışarıya bakıyorduk. Ekip ilgili ve bilgiliydi. Kaptan etrafı dikkatle izleyip bazen dümeni aniden kırıp başka bir yöne ilerliyordu. Biz de etrafa merakla bakıyorduk. Yaklaşık 40 dakika sonra ekipte bir hareketlilik başladı. Bizleri teknenin üstüne çıkardılar. İçimizden sesler çıkmaya başladı; “işte orda! hani nerde! burda da bir tane var!” Sonunda kitaplarda gördüğümüz balinayı görebildik. Tekne de giderek yaklaştı. Neredeyse aramızda 10-15 metre kalmıştı. Bu dev canlıları görmek çok heyecan vericiydi. Balinayı daha iyi görmek için hepimiz teknenin aynı tarafına toplanıyorduk, kameralar çalışıyordu. Bu arada ekip sürekli balinalar hakkında bilgi veriyordu. Balina çeşitleri arasında “sperm balinası” denilen cinsinin boyu 18 metreye kadar olabiliyormuş. Bizim gördüklerimiz de bunlardanmış. Balinalar 18 dakikada bir yüzeye çıkıp bir süre kalıp su püskürtüp tekrar dalarlarmış. Su püskürtmeleri çok güzel ama en çok dalışları sırasındaki kuyruk görkemi ve zerafeti beni etkiledi. (V3)(V4). 3-4 balina gördükten izledikten bol bol resim çektikten sonra dönüş başladı. Yarıyolda yine durduk tekrar teknenin üstüne çıktık. Turkuaz rengi okyanusta teknemize adeta sürünen, oyunlar yapan 10larca sevimli yunusla beraberdik.(V5) Bir süre de burada kaldıktan sonra kıyıya döndük. Aslında güney adada görülecek 2 yer daha olmasına rağmen gezi planımızda Avustralya’ya geçme zamanı gelmişti. Kaikoura’dan 3 saatlik bir otobüs yolculuğu ile depremleri ile ünlü Chrischurch şehrine geldik. Bir taksi ile havaalanına geçerek 3 saatlik bir uçuşla Avustralya’nın Sydney şehrine indik. Akşam üstüydü. Bu kez bir miktar Avustralya Doları aldık. 1 AUD=1,96 TL. Havaalanından kişi başı 18 AUD metro ile şehir merkezine gittik. Chrischurch havaalanında uçağı beklerken rezervasyon yaptığımız otelimize ulaştık. Valizlerimizi bırakıp, çevreyi dolaşmak üzere çıktık. Otelimiz herzaman olduğu gibi çok merkezi bir yerdeydi. Sydney çok kalabalık bir şehir. Trafiği hariç İstanbul’a benziyor. Birşeyler atıştırıp otelimize döndük. Sabah kahvaltı sonrası yürüyerek önce Sydney Hyde Park a gittik. Yemyeşil ulu ağaçlardan oluşan, işe okula gidenlerin içinden geçtikleri kocaman bir park ( P1 ) . Keşke İstanbul’da da olsa dedik. Birçok ünlü mağazaların olduğu caddelerden geçerek denize ulaştık. Karşımızda ünlü Sydney köprüsü yan tarafımızda ünlü Opera binası. Her yılbaşı bizde henüz öğleden sonra iken televizyonlarda “Sydney yeni yıla merhaba dedi” haberini bu köprü ve Opera binasındaki havai fişek gösterileriyle izlerdik. Yerinde görmek bir başka güzel ( R6 ). Buranın hemen yanından Kraliyet Botanik Bahçesine girdik. Deniz kıyısındaki bu ünlü bahçe çook büyük bir alana yayılıyor. Yürüyüş yapan,koşan, gezen birçok insan var. Yemyeşil ve değişik ağaçların üzerinde ağacın ismi ve özellikleri yazıyor. Çeşit çeşit ve hiç görmediğimiz kuşlar etrafımızda…( R7 ). Avustralya sıcak. Dünyada ozon tabakasının en ince olduğu ve bu nedenle ultraviyole ışınlarının insanları daha çok etkilediği bir yer burası. Dünyada cilt kanserinin en çok görüldüğü yer aynı zamanda. Bu nedenle sürekli şapka ve koruyucu krem kullandık. Otelimize dönüp dinlendik, akşam tekrar çıktık. Köprü,Opera binası gece bir başka güzel (R8). Bu güzel manzaraya karşı oturup doya doya seyrettik. Yürüyerek otelimize döndük. Sabah otelin minibüsü ile kişi başı 15 AUD havaalanına gittik. Avustralya’nın kuzeydoğusunda Cairns diye bir şehir var. Oraya 3 saatlik bir uçuşla vardık. Havaalanı minibüsü kişi başı 15 dolara otele kadar götürüyor. Cairns kuzeyde Endonezya’ya ve ekvatora yakın olduğu için iklimi de tropikal gibi…Sıcaklık 36-37 derece, nem oranı çok yüksek. Odamıza yerleştikten sonra resepsiyondaki bayandan da yardım alarak buradaki aktivitelerimizi planladık. Çıkıp biraz etrafı dolaşmaya başladık. Etrafta pek kimse görünmüyordu. Akşam çıktığımızdaki kalabalığı görünce bunun sıcakla ilgili olduğunu anladık. Biz de birşeyler yedikten sonra otelimize döndük. Akşamüstü tekrar çıktık. Deniz kenarına doğru yürürken ağaçların üzerinde çok sayıda kuşun uçuştuğunu gördük. Normalden büyük ve seslerinin de biraz değişik oluşu dikkatimizi çekti. Eşim bağırdı: ” Serdar bunlar yarasa!” Aklıma vampir filmleri geldi hemen. Ama etrafımızdaki insanlar hiç umursamıyorlardı. Biraz korku biraz heyecanla kamerama sarıldım. Bazıları ağaç dallarına tepetaklak asılmış duruyorlardı (R9) (V6). Cairns’te deniz (daha doğrusu okyanus) kenarında çok sayıda restoran, kafe var. Gece çok güzel görünüyorlar. Program gereği ertesi gün öğlene kadar boştuk. Dinlendik. Saat 1 de otelin önünden beni bir minibüs aldı. Bir eğitmenle birlikte uçaktan paraşütle atlayacaktım. Eşim “asla yapmam!” dediği için o otelde kaldı. Bunu yapmaya 2 yıl önce oğlum yaptığı zaman karar vermiştim. Minibüsle bu amaçla kullanılan küçük bir havaalanına gittik. Giderken benim gibi 5 kişi daha aldık otellerden. Benim dışımdakiler 20-22 yaşlarında gençlerdi. Havaalanının ofisinde küçük bir brifingden sonra birlikte atlayacağımız eğitmenlerimizle tanıştık. Çok sıcak, alçakgönüllü, yardımsever ve güleryüzlü gençler…paraşüt kemerlerimizi bağlayıp ayarladıktan sonra 6 kişi biz ve 6 da eğitmen küçük bir uçağa doluşup havalandık. Bu atlayış dünyanın birçok yerinde yapılıyor. Ancak doğal güzelliği, manazarası güzel olan yerlerde yapmak en güzeli. Cairns bunun için en uygun yerlerden biri. Çünkü bir tarafı yağmur ormanları diğer tarafı dünyanın en güzel resiflerinin olduğu okyanus kıyısı. Uçak yükseldikçe manzara daha da güzelleşiyordu. Bu arada uçakta eğitmenlerimiz arkamızdan kendilerini kancalarla bize bağladılar. 14000 feet e gelince (yaklaşık 4300 metre) uçağın kapısını açtılar. Ben 3.sırada atlayacaktım. İlk 2 ekibin kendilerini boşluğa bırakmalarını izlemek heyecan vericiydi. Sıra bize gelince önde ben arkada hocam birlikte kendimizi boşluğa bıraktık. İlk 50 saniye kadar serbest düşüyorsunuz ; sonra paraşüt açılıyor. Bu duyguyu tam olarak anlatmak mümkün değil. Harika birşey(P2). Asıl heyecan paraşüt açılıncaya kadarki düşüş. Ama sonra yavaş yavaş ve slalomlar yaparak inerken bir tarafta yemyeşil ormanları diğer tarafta ” great barrier reef ” denilen dünyanın en güzel resiflerinin olduğu turkuaz kıyı şeridini seyretmek de ayrıca doyumsuzdu. Hocam paraşütün iplerini kullanarak hem değişik açılardan etrafı izlememi sağlıyor hem de aşağıda belirli bir çim alana inmemizi sağlıyordu. Aşağıda bizden önce atlayanların süzülüşünü izlemek de keyifliydi. Bu arada hocanın bileğinde saate benzeyen bir kamera olayı tümüyle kaydediyordu (Vpr). Sonunda gayet yumuşak bir inişle yeniden yeryüzüne döndük. Bu duyguyu yaşamayı herkese öneririm Bizi bekleyen minibüse binerek yeniden ofise döndük. Oradan da herbirimizi tekrar otellerimize bıraktılar. Eşim beni görünce rahatladı. ” Acaba birşey olur mu” kaygısı taşıyordu. Biraz dinlendim. Akşam üstü saat 6 da bu kez başka bir minibüs bizi otelden alarak yaklaşık 1 saat mesafedeki Cairns’in ünlü Tropikal Hayvanat Bahçesi’ne götürdü. Hem zamandan kazanmak, hem gündüzün boğucu sıcağında gezmemek hem de değişik bir deneyim yaşamak için hayvanat bahçesi ziyaretini akşam yapmaya karar vermiştik. Grubumuz 25 kişi kadardı. Hayvanat bahçesi girişinde bizi görevliler karşıladı. Country tarzı dekore edilmiş açık bir yerde folklorik ezgiler çalan akordeon eşliğinde danslı, interaktif çok güzel bir akşam yemeği yedik. Hava karardığı için bizlere boynumuza asmamız için 2 şer el feneri verdiler. Yavaş yavaş gezmeye başladık. Önce yaklaşık 30 cm boyunda tropikal bir kurbağayı tektek herbirimizin yanına getirip dokundurdular. Bu kez, paraşütle atlayan ben yapamadım, eşim cesaretle dokundu. Daha sonra güzel bir baykuşa yaklaştık. Bir görevli kucağında sevimli bir koala ile gelince hepimiz ona yöneldik. İsteyenler koalayı kucağına alarak resim çektirebiliyorlar. Biz de karı koca ve kucağımızda koala mutlu bir aile resmi çektirdik (R10). Sonra irili ufaklı çarpıcı renklerde kertenkele ve bukalemunlar gördük (B1). Bazıları renklerini ortama o kadar güzel uydurmuşlar ki uzunuzun bakıp bu hayvancağız nerede diye araştırıyorduk. Sıra yılanlara geldiğinde diğerleri bir yana kafes içindeki 5-6 metre uzunluğundaki dev piton hem muhteşem hem ürkütücüydü. Devam ederken bir kalabalığın ortasında bir bayanın boynuna görevliler 2 metreye yakın bir yılanı sarmışlar; yılan ayrı bayan ayrı süzülüyor; birçok kişi de kameraya kaydediyordu. Hemen eşime ” hadi sen de yap” dedim. Önce itiraz etti. Korktu. Sonra ona Fas’ta benim de yaptığımı hatırlatınca çekinerek razı oldu. Ben de bir güzel kaydettim. Sonradan nasıl yaptığına inanamadığını söyledi. Güzel bir anı oldu (V7). Oradan çıkıp timsahlara gittik. İrili ufaklı birçok timsah içinde bir tanesini ayrı bir su göletine koymuşlar. Yaklaşık 5 metre kadardı. Görevliler uzun bir sopanın ucuna balık takarak ona doğru uzattılar. Önce yavaşça yaklaştı, sonra öyle hızlı atılıp kaptı ki hepimiz refleks olarak geriledik. Balığı kaparken alt ve üst çenelerinin birbirine çarpış sesi iki tahta yüzeyin çok hızlı birbirine çarpılması gibi yüksek ve korkutucuydu. Sırada sevimli kangurular vardı. Hepimize biraz yem dağıtarak kanguruları besleyebileceğimizi söylediler. Bu da çok güzel bir duyguydu (R11). Bir ara aramızdan birisi “bu kangurunun neden kesesi yok” dediğinde, görevli “çünkü o bir erkek kanguru” deyince hepimiz güldük. Kangurularla vakit geçirdikten sonra yavaş yavaş dönüş yoluna koyulduk. Gece hayvanat bahçesi gezisi ilginç ve güzeldi. Bizi otelimize bıraktıklarında neredeyse gece yarısıydı. Sabah kahvaltı sonrası bu kez yürüyerek iskeleye gittik. Orada bizi bir tekne bekliyordu. 20 li yaşlardaki genç kız ve delikanlılardan oluşan ekip bizi güleryüzle karşıladı. Kek ve çay ikram ettiler. Yaklaşık 20 kişi kadardık. Teknemiz okyanusa doğru açıldı. 2 saat kadar süren dalgalı bir seyirden sonra teknemiz durdu. Aramızda midesi bulananlar da oldu tabi… Sadece yüzümüzün açık kaldığı vücudu saran dalgıç giysileri giydik (R12). Palet ve şnorkellerle kendimizi ünlü resiflerin olduğu sulara attık. Sadece başımızı suyun içine sokmakla bile harika ve bambaşka bir aleme dalıyorsunuz. İrili ufaklı balıklar, deniz canlıları ve rengarenk resifler. Şnorkel konusunda eşim benden daha iyi olduğu için o açılarak ilerledi. Aslında buralara kadar gelmişken Kızıl Deniz’de yapıp tadına doyamadığım tüple dalışı burada da yapmak istemiştim. Ancak kural gereği tüple dalıştan sonra 24 saat geçmeden uçakla seyahat etmek yasak, tehlikeli. Biz de ertesi sabah Cairns’ ten ayrılacağımız için sadece şnorkelle yetindik. Bu bile bizi çok mutlu etti. Teknemizin yanına yanaştırılan küçük bir bota geçtik. Bu botun tabanı cam. İki kenarında birer sıra var. İnsanlar karşılıklı oturuyorlar ve başlarını eğerek aşağıya bakıyorlar. Bu arada bot da yavaş yavaş seyrediyor. Aşağıdaki muhteşem dünyayı seyre doyulmuyor tabi…Yeniden teknemize geldik. Bizim için hazırlanan öğle yemeğimizi yedik. Sonra yavaş yavaş dönüş başladı. Akşamüstü otelimize geldik. Yorulmuştuk. Ama tatlı bir yorgunluk. Akşam çıkarak Cairns’in o güzel restoran ve kafeler caddesinde biraz dolaştık. Birşeyler atıştırıp yeniden otelimize döndük. Sabah havaalanı minibüsü bizi alarak alana götürdü. Yaklaşık 3,5 saat süren bir uçuştan sonra Melbourne’ e indik. Avustralya çok büyük bir ada,aslında kıta. Gezilecek görülecek çok fazla yeri var. Ancak zamanımızın kısıtlı oluşu nedeniyle gezimizi bitirmek zorundaydık. Melbourne’den ülkemize dönüş akşam saat 10:30 uçuşu ile başlayacaktı. 10 saat kadar zamanımız vardı. Valizlerimizi emanete bırakıp i-site a gittik. 10 saat sonra uçuşumuzun olduğunu bu arada Melbourne’ da nereye gidebileceğimizi sorduk. Bize bir halk otobüsüne binmemizi şehre inmemizi Yarra nehri kıyısında dolaşmamızı sonra yine indiğimiz yerden otobüse binerek alana dönmemizi önerdiler. Biz de öyle yaptık. Gerçekten nehir kenarındaki restoranlar kafeler sergi alanları çok güzel. Biz oradayken tesadüf öğrencilere kano dersi veriyorlardı (R13). Tertemiz bir yer. Bu arada okuldan dönen lise öğrencileri dikkatimizi çekti. Yaz olmasına rağmen okula gidiyorlardı. Erkek öğrencilerin hiçbirisinin kravatı gevşek değildi. Bizdeki kravatların kolye gibi olduğunu düşününce gülümsedim. Ayrıca gömlekler pantolondan dışarı sarkmıyordu. Kız öğrencilerin saçlarını hiç açık görmedik. Ya örgülü ya at kuyruktu. Yani hepsi tam öğrenci gibiydiler. Hoşumuza gitti. Yorulunca yeniden otobüse binerek havaalanına döndük. Melbourne’dan önce Dubai’ye gidecektik. Uçuşumuz 14 saat sürdü. Uçakta akşam yemeği, arada pizza ve sabah kahvaltısı güzeldi. Dubai’ye indikten sonra transit salona geçtik. 5 saat sonra İstanbul uçuşumuz vardı. Freeshopta biraz dolaşıp zaman geçirdik. Sonra uçağımıza geçerek 4,5 saatlik bir uçuşla güzel İstanbul’umuza döndük. Rüya gibiydi…
Yazan: Serdar Sönmez- serdarsonmeztr@yahoo.com