Hala inanamıyorum… Yıllardır uzun uçak yolculuğu yüzünden ertelediğim, birkaç kez karar verip sonra yine vazgeçtiğim bir geziye gittiğime… İkna edenlere teşekkürler… Baştan söyleyeyim, iyi ki gitmişim.
11 Haziran 2015 Perşembe günü 22.00’de İstanbul Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminali’nde buluştuk gezi grubumuzla. Bagaj ve pasaport işlemlerinden sonra İstanbul – Ho Chi Minh uçuşu için THY’nin TK68 sefer sayılı uçağımıza yerleştik ve 01.00’da hareket ettik. Zaten gece yarısıydı, doğal olarak uykumuz gelmişti, biraz uyuyarak, biraz TV seyrederek, arada yemek yiyerek rahat bir yolculuk geçirdik. Türkiye saatiyle 09.30’da (yerel saat 13.30) Bangkok Havalimanı’na indik. Burada inecek yolcular indi ama devam edeceklerin uçaktan çıkmasına izin verilmedi. Bangkok’lu görevliler uçağa girdiler, güvenlik taraması ve temizlik yaptılar. Böylece bir buçuk saati uçakta geçirdikten sonra yerel saat ile 15.00’de tekrar havalandık, 16.30’da Ho Chi Minh Havalimanı’ndaydık. İstanbul -Ho Chi Minh arası 8500 km, toplam uçuş süremiz 10 saat. Bu arada Türkiye ile Vietnam arasındaki saat farkı 4 saat (aslında beş ama bizdeki ileri saat uygulaması nedeniyle bu dönemde dörde düşüyor).
Hem Bangkok’a, hem de Ho Chi Minh’e inerken uçağın penceresinden ne denli sulak ve yeşil bir bölgede olduğumuz açıkça görülüyordu. Bagajlarımızı alıp havalimanından dışarıya çıktığımızda ise birdenbire saunaya girmiş gibi hissettik kendimizi. Çok sıcak ve çok nemli bir hava bizi bekliyordu. Bu şoku atlattıktan sonra bekleyen otobüsümüze binerek Ho Chi Minh’de kalacağımız otele doğru yola çıktık. Buradaki otelimizin adı Eastin Grand Hotel. Şehrin merkezinde, temiz, güzel bir otel.
Akşam yemeğimiz Barbecue Garden’daydı ve burada hemen ilk akşam Vietnam mutfağıyla tanışma fırsatını bulduk. Bahçe içinde ve ortalarına barbekülerin yerleştirildiği masalarımızda öyle çok ve farklı yemeğin tadına baktık ki… Hepsinin de çok lezzetli olduğunu özellikle belirtmek istiyorum. Indochina (Çin Hindi) döneminde Vietnam’ın kendi geleneksel lezzetleri ile Fransız mutfağının karışması ortaya iyice zengin ve lezzetli bir mutfak çıkmasına yol açmış.
Vietnamlıların yemekleri ağırlıklı olarak pirince dayalı. Ulusal yemekleri ise “Pho”. Pho pirinç makarnası (noddle) çorbası. Pho isteğe göre tavuklu ya da biftekli olabiliyor. İçine ekleyeceğiniz et seçeneği epey fazla. Bana göre ise her hali güzel… Vietnam’da kaldığımız süre içinde en sevdiğim yemeğin kesinlikle Pho olduğunu söyleyebilirim. Özellikle Ho Chi Minh’den Hanoi’ye uçacağımız sabah havalimanının alt katında içtiğimiz Pho’nun tadı hala damağımda… Bu arada pirinç hamurunda (rice paper) hazırlanan “spring roll”lar da favorimdi doğrusu. Bizim sigara böreğimize benziyor ama yufka yerine pirinç hamuru kullanılıyor. Deniz ürünleri ve tropikal meyva bolluğunu da unutmamak gerek. Bunlar mutfağın olmazsa olmazları… Açık büfe kahvaltılarda ne ararsanız var ama peynir yok denecek kadar az. Biz peynirsiz yapamayacağımız için Türkiye’de valizimize birkaç peynir çeşidi ve zeytin koymuştuk (hatta küçük bir şişede kahvaltılık zeytinyağımızı bile götürdük), gezi boyunca peynirsiz kalmadık. Vietnamlıların boylarının kısa, dişlerinin ve tırnaklarının sağlıksız olması süt ürünü tüketmemelerine bağlanıyor.
Boyları kısa, küçücük insanlar ama Vietnamlıların gördüğümüz en güzel özellikleri çok güleryüzlü, sıcak, samimi ve saygılı olmaları. Birbirleriyle de barış içinde yaşıyorlar. Bağırış, çağrış, kavga, gürültü yok.
Gezimizin ikinci günü sabah otelimizdeki kahvaltının ardından Ho Chi Minh şehir turumuza başladık. Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti’nin sloganı Bağımsızlık-Özgürlük-Saadet. Nüfusu 90 milyon civarında. Ülke “S” harfi şeklinde, yüzölçümü 331.000 km2. Arkeolojik tarihi 2500 yıl öncesine dayanıyor. Burada yaşayan halka Vietler deniyor. Halkın %80’i Budist. Diğer öne çıkan din ise Taoizm. Konfüçyüs akımı da oldukça yoğunmuş. Vietnam 58 ile veya şehre bölünmüş. Başkenti Hanoi. Ho Chi Minh ise Vietnam’ın en büyük şehri. Nüfusu 10 milyon. Adını Vietnam bağımsızlık hareketinin önderi, eski Kuzey Vietnam’ın lideri ve Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti’nin ilk başkanı Ho Chi Minh (Ho Amca)’dan alıyor (Ho Chi Minh “aydınlatan” anlamına geliyor). Eski adı Saygon. Şehir 24 yönetim bölgesine ayrılmış durumda. Dört yanını ırmaklar, dereler ve su kanalları sarıyor. En büyük nehir de Saygon adını taşıyor. Vietnam’ın para birimi Dong (1 Dolar = 21.700 Dong, yani Dong’lar bol sıfırlı)
Şehir turumuza Bağımsızlık Sarayı (Independent Palace) ya da diğer adıyla Yeniden Birleşme Sarayı (Reunification Palace)’nı görerek başlıyoruz. Bağımsızlık Sarayı Vietnam Savaşı’nın izlerini taşıyor. Her şey Kuzey’in Güney’i ele geçirdiği 1975 yılında olduğu gibi bırakılmış. Sadece adı değiştirilerek “Yeniden Birleşme (Bütünleşme) Sarayı“ denmiş. 1960’lardan kalma yapı beş katlı. Sarayda her şey çok sade. Girişindeki tank maketi sanki o anı ölümsüzleştirmek için konulmuş.
Sonra programda Savaş Kalıntıları Müzesi (War Remnants Museum) var. Burada fotoğraflarla, yazılarla ve çeşitli savaş araç gereçleriyle Vietnamlıların gözünden Vietnam Savaşı anlatılıyor. Müze Güney Vietnam yönetimi düştükten beş ay sonra açılmış. Müzede Vietnam ordusunun teçhizatlarının yanında, ele geçirilen ABD savaş araçları da sergileniyor. Savaşın vahşi ve acımasız yüzünü gösteren fotoğraflar iç parçalayıcı. Müzede savaş sonrası gelen barışa da göndermeler var.
Şehrin simgelerinden biri Ho Amca Anıtı. Anıtın tam arkasında şehrin yönetim binası var. Halk meclisi olarak hizmet veriyor. Bu yapı Fransız koloni döneminden kalma. Gece ışıklandırması çok dikkat çekiciymiş ama biz göremedik.
Notre Dame Katedrali 1800’lerin sonunda Fransız Katolikleri tarafından yapılmış, tuğlalar Marsilya’dan getirilmiş. Hemen karşısındaki Ulusal Postane Binası ise gerçekten görülmeye değer. Bina 1886-1891 yılları arasında Gustave Eiffel tarafından yapılmış. Geniş bir salon, tam karşıda büyük bir Ho Amca fotoğrafı. Yine o bölgedeki Opera Binası da mimarisiyle dikkat çekici. China Town bölgesindeki Thien Hau Tapınağı da güzel, ilginç ve kullanılmakta olan bir tapınak.
Ho Chi Minh şehrinde alışveriş olanakları da fazla. Daha önce gezdiğimiz Postane Binası’ndaki dükkanlardan bazı hediyelik eşyalar almıştık. Öğleden sonra şehrin ünlü pazarı Ben Thanh’a gidiyoruz. Rehberimiz buradaki fiyatların diğer yerlere göre daha uygun olduğunu söylemişti, ancak havanın sıcaklığı, pazarın kalabalıklığı, gürültüsü ve birbirine karışan kokular yüzünden pazar ben dahil gruptan bazılarını hiç çekmiyor. Biz de zamanımızı etrafı gezerek değerlendiriyoruz.
Ho Chi Minh’de caddeler geniş, ancak trafik yoğunluğu İstanbul’u aratmıyor. Yoğunluğun en büyük kısmı motosikletlere ait. Şehrin nüfusu 10 milyon, trafikteki motosiklet sayısı 6,5 milyon. Binlerce motosiklet aralarında hiç mesafe bırakmadan trafikte konvoy halinde gidiyor. Ufacık motosikletlere ailece biniyorlar, arkalarında sepetlerini bile taşıyorlar. Topuklu ayakkabıları, mini etekleriyle, hatta bir eliyle cep telefonuyla konuşup diğer eliyle direksiyon kullanan kadın sürücüler ilginç görüntüler oluşturuyor. Başka bir ilginç görüntü de bir akşamüstü yağmurun aniden bastırmasıyla ortaya çıktı. Bir anda tüm motosikletliler motosikletleriyle birlikte nasıl olduysa renk renk yağmurluklarına bürünüverdiler. Bu arada trafikteki yoğun egzostan korunmak için çoğu motosikletlinin maske taktığını da ekleyelim.
Gezimizin ikinci durağı 1976’dan beri Vietnam’ın başkenti olan Hanoi idi. Ho Chi Minh’den Ha Noi’ye Vietnam Havayolları ile uçtuk. Uçuş süresi iki saat kadardı. Ha Noi’ye iner inmez de şehir turuna başladık. Buradaki otelimiz Mövenpick.
Hanoi’de ilk gittiğimiz yer Ho Chi Minh’in Mozolesi ‘ydi. Ho Chi Minh’nin isteği öldükten sonra yakılıp küllerinin dağlara savrulmasıymış, ancak onun için bir anıt mezar yapılmış. Naaşı burada sergileniyor. Mozolenin girişinde inanılmaz bir ziyaretçi kuyruğuyla karşılaştık. Çoğunluğu Vietnamlı olan ziyaretçiler pazar günlerini çoluk çocuk liderlerine sevgi ve şükranlarını sunarak saygı duruşunda bulunmaya ayırmış görünüyordu. Upuzun kuyruk ve pazar günü mozole ziyaretinin saat 11.00’de bitecek olması nedeniyle mozoleye girmekten vazgeçildi ve mozolenin dışarıdan fotoğrafını çekmekle yetinmek zorunda kaldık. Bu arada belirtmekte yarar var, mozoleyi ziyaret sırasında konuşmak, şortla ve güneş gözlüğüyle mozoleye girmek yasakmış.
Ho Chi Minh Müzesi mozolenin hemen yakınında. Müzede Vietnam’ın kurucusu Ho Chi Minh’in neler yaşadığına, nasıl yaşadığına, kısacası belki de yaşam öyküsüne tanık oluyor ziyaretçiler. Burada el yazmalarından özel fotoğraflarına, kullandığı mobilyalara, otomobillere kadar birçok kişisel eşyası sergileniyor. Ho Chi Minh’in ne denli sade bir yaşam sürdüğü öyle belli ki… En son yaşadığı ev ağaçtan yapılmış, altı boş. Tabii hava yine oldukça sıcak ama buna rağmen burada da çok kalabalık bir ziyaretçi topluluğu var.
Edebiyat Tapınağı, geniş ve çok güzel bir bahçe içinde, geleneksel Vietnam mimarisinin örneklerinden biri. Vietnamlıların “Bilimsel ve Kültürel Araştırmalar Merkezi” adını verdikleri, Vietnam’ın ilk üniversitesi. 1071 yılında yapılmış ve Konfüçyüs’e adanmış. Vietnam’ın en önemli ve en prestijli eğitim merkeziymiş. Burada özellikle Konfüçyüs öğretisi, edebiyat ve şiir gibi alanlarda eğitim verilmiş. 15. Yüzyılda imparatorun emriyle, burada eğitim gören öğrencilerden üstün başarı gösterenlerin adları taşlara kazınmış ve bu kitabeler kaplumbağaların sırtlarında olacak şekilde iç avluya yerleştirilmiş. Tapınakta avlunun sağ ve sol taraflarında günümüze kadar gelen kitabeler var. Sanki üniversiten çok bir tapınakmış gibi burası. Konfüçyüs’ü temsil eden birçok da heykel görüyorsunuz.
Etnoloji Müzesi’nde Vietnam’daki tüm etnik gruplar, kültürleri, yerleşimleri ve sosyal durumları hakkında geniş bir bilgiye sahip olunabilecek ayrıntılar var. Geleneksel kostümler, gündelik kullanılan araç gereçler, takılar vb. yanında düğün, cenaze törenleri gibi kültürel ve dini etkinlikler de tanıtılıyor. Müzenin dışındaki bahçede ise geleneksel Vietnam evlerinin örneklerini görmek mümkün.
Kadın Müzesi için Vietnam’da kadına bakışı, ülkenin gelişimine kadınların katkısını sergiliyor diyebiliriz. Kadın tarihi, pirinç tarlalarında çalışan kadınlardan, el sanatlarıyla uğraşanlara, modern çalışma alanlarında çalışan kadınlara kadar anlatılıyor. Kadınların giysileri, takıları yanında aile ve sosyal hayat içindeki rolleri de vurgulanırken, Vietnam Savaşı’ndaki cesaretleri unutulmuyor.
Hoan Kiem Gölü şehrin merkezinde. Gölün etrafında yürüyüş yolları var. Ngoc Son Tapınağı gölün ortasında. Bir önceki akşam çıkan fırtınada devrilen bir ağacın yolu kapatması nedeniyle ünlü “The Huc” köprüsüne (kırmızı köprü) geçme şansımız olmuyor.
Akşam 19.00’da Thang Long Water Puppet Theatre’da “Su Kuklası” izlemeye gidiyoruz. Özgün bir müzik grubunun canlı olarak çalıp söylediği Uzak Doğu müziği eşliğinde su içinde kuklalarla yapılan ilginç bir gösteri bu.
Hanoi’de de motosiklet trafiği oldukça yoğun. Şehrin nüfusu 6 milyon, motosiklet sayısı 4,5 milyon.
Akşam yemeğimizi Khai’s Brother adlı bir restoranda yiyoruz. Yine bahçe içinde şık bir yer, açık büfe ve tadına doyulmaz yemekler… Yemeğin sonuna doğru yağmur bizi içeriye kaçırıyor. Yemekten sonra dünyaca ünlü markaların toplandığı bir Alışveriş Merkezi’ni geziyoruz, yağmur devam ediyor.
Ertesi gün sabah kahvaltımızın ardından UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yeralan Ha Long Körfezi’ne doğru otobüsle yola çıkıyoruz. Yolculuk yaklaşık dört saat sürüyor. Yol üzerinde Hai Duong yakınlarındaki “Dai Viet Co Joint Stock Company (www.daivietco.vn) adlı atölyede mola veriyoruz. Onlarca kadının el dokuması tablolar yaptığı bu atölyede ayrıca değerli taşlardan takılar ve Vietnam’a özgü çeşitli hediyelik ürünler var. İpek ya da pamuk iplikle yapılan tablolar beni büyülüyor. Seçmekte zorlanıyorum, ta ki en sevdiğim ressamlardan Gustav Klimt’in “The Kiss” adlı tablosunun ipek el dokumasını görene kadar… İyi olduğunu sandığım bir pazarlıkla onu ve üzerinde Vietnam’ı simgeleyen desenlerin olduğu birkaç küçük tabloyu daha alıyorum. Gezi boyunca gözüm üzerlerinde…
“Ha Long” ejderha anlamına geliyor ve körfez adını Gökten Düşen Ejderhalar efsanesinden alıyor. Efsane şöyle: “Yıllar yıllar önce, Tanrılar bu güzel toprakları kuzeyden gelen istilacılara karşı savunabilmek için bir ejderha ailesini gökyüzünden yeryüzüne göndermişler. Gökten inen ejderhalar alevler ile birlikte çeşit çeşit mücevher saçmışlar denize ve sonra bu mücevherler binlerce adacığa dönüşmüş. Bu adacıklar aşılması güç bir kale gibi denizin ortasından yükselerek istilacıların geçişini imkansız kılmış ve Vietnam halkı huzur içinde yaşamış.” (alıntı).
Ha Long Körfezi’ne varınca bizi küçük teknelere alıyorlar ve açıkta bekleyen üç katlı ahşap tekneye götürüyorlar. Geceyi Indochine Deniz İşletmeciiği’ne ait bu teknede geçireceğiz. Güverteden gördüğümüz manzara büyüleyici… Dümdüz, yemyeşil, pırıl pırıl bir deniz, denizden yükselen büyüklü küçüklü yemyeşil adacıklar ve kayalar, gizemli bir doğa harikası…
Körfezdeki adacıklar karstik kireçtaşı özelliklerine sahip. 20 milyon yıl gibi bir sürede yoğun yağışlı iklim ve dış etkenlerle bu hale geldikleri düşünülüyor. Adacık sayısı 1969. Buralarda 14 endemik bitki ve 60 endemik hayvan türü yaşıyormuş.
Teknedeki öğle yemeğimiz muhteşem bir manzaranın eşliğinde, deniz ürünlerinden oluşan nefis bir yemek. Akşamüstü beşer ya da altışar kişilik kayıklarla körfezi geziyoruz. Kayıkçımız yüzünden gülümsemesi hiç eksilmeyen Vietnamlı genç bir kadın. İki bebeği olduğunu söylüyor. Kayık suda salına salına giderken körfezin güzelliğini içimize sindiriyor, sessizliğin sesini dinliyoruz… Çok keyifli…
Akşam yemeğimiz de mükemmel… Gece ise üst güvertede şezlonglara uzanıp sohbet ediyoruz, yıldızları seyrediyoruz.
Ha Long Körfezi tam da yüksek yerden izlenesi bir manzaraya sahip. Zaten ertesi gün sabah kahvaltısından sonra “Tip Top” Tepesi’ne çıkınca görüntünün güzelliği yeniden büyülüyor bizi. Tepeye tırmanmak özellikle sıcak havada biraz zor olsa da buna değiyor. Bu arada isteyenler tepenin eteğindeki kumsalda denize giriyor.
Artık unutulmaz körfez manzarasını anılarda bırakıp Kamboçya’ya uçmak üzere Hanoi Havalimanı’na doğru yola çıkma zamanı. Tabii Ha Noi Havalimanı’nda bizi, daha doğrusu beni bekleyen sürprizden haberimiz yok!
Vietnam Havayolları ile Hanoi’den Siem Reap’e gideceğiz. Check-in için sıradayız. Görevli pasaportuma bakıyor, bir daha bakıyor, sonra bana bakıyor, “sorun var” diyor. Şaşırıyorum, ne sorun olabilir ki? Soruyorum, pasaportumun geçerlilik süresinin bitmesine altı aydan az zaman (beş ay yirmi gün) kalmış olduğunu söylüyor. Ne kadar az? 10 gün! Peki ama ben pasaportumu vize işlemleri için tur şirketine verdim, onlar neden beni uyarmadılar, Vietnam vizesi nasıl alındı, Türkiye’den çıktım, Vietnam’a girdim, bunlar nasıl oldu diye sorup duruyorum. Görevliye bir yetkili ile konuşmak istediğimizi söylüyoruz, neyse bir yetkili bulunuyor, derdimizi anlatıyoruz. Anlıyor ama hiç bir şey yapamayacağını, bu durumda Kamboçya’ya geçemeyeceğimi söylüyor. Ne olacak peki şimdi? Uçağımızın kalkmasına iki saat var ve anlıyoruz ki bu durumda benim uçağa binmem kesinlikle olanaksız. Çözüm arıyoruz. Yabancı bir ülkedeyiz ve elçilikler niye var? Herhalde vatandaşının sorununu çözmek için. Elçiliğin telefonu bulunuyor, arıyoruz,” gelin, çözmeye çalışalım” diyorlar. Elçilik 18.00’de kapanıyor, bir saat kadar zamanımız var. Kardeşim beni bırakır mı, ikimizin uçak biletlerini açığa alıyoruz. Hepimizin morali bozuk. Bir taksiye atlıyoruz, doğru Türkiye Büyükelçiliği’ne… Ama ne mümkün… Hanoi’nin yoğun trafiği akşamüzeri iyice içinden çıkılmaz halde… Elçiliğe ulaştığımızda saat 17.45. Görevli bizi karşılıyor, derdimizi anlatıyoruz, pasaportumun süresini uzatmalarını rica ediyoruz. Biz anlatıyoruz, o da bunun mümkün olmadığını, artık e-pasaport işlemlerinin çok uzun zaman aldığını söylüyor, geçici bir pasaportun sorun olabileceğini filan ekliyor, başıma gelebilecek kötü olayları sıralıyor. Bundan kötü ne olabilir ki? Neyse, boynu bükük halde çıkıyoruz elçilikten… Otele geliyoruz, biraz kendimizi toparlamamız ve Kamboçya’ya geçmek için bir B Planı geliştirmemiz gerek… Yarın sabah erkenden Kamboçya Büyükelçiliği’ne gitmeye karar veriyoruz. Orada da bir şey yapılamazsa grup dönene kadar Hanoi’de ya da Ho Chi Minh’de zaman geçirmeyi planlıyoruz… Dünyanın sonu değil ya! Kardeşim bana moral vermeye çalışıyor, bense eşinden ve kızından ayrıldı diye üzülüp duruyorum. Önce gidip güzel bir yemek yiyoruz. Sonra da yürüyerek Ha Noi sokaklarının gece halini görmek istiyoruz. Sanki bütün halk dışarıda… Motosikletleriyle gece de gezmeye devam ediyorlar… Parklar kalabalık, insanlar neşeli… Hoan Kiem Gölü’ne kadar yürüyoruz. Göl kenarında bir alanda çok hoş bir müziğe kendini kaptırmış danseden insanları izliyoruz. Öyle rahat, öyle içten, öyle güzel dansediyorlar ki… Başka bir yerde küçük bir tapınakta dua eden insanlar var, her biri tapınağa yiyecek, içecek, hediye gibi bir şeyler bırakıyorlar… Sonra gölü ve şehri yüksekten gören “City View Restaurant”a çıkıyoruz. Burası hem serin hem de manzaraya hakim… Küçük bir Vietnamlı arkadaşım bile oluyor bitişik masadan.
Sabah kahvaltıdan sonra doğru Kamboçya Büyükelçiliğine… Biraz bekledikten sonra görevli geliyor, bizi odasına alıyor. Ona da durumumuzu anlatıyoruz, bir yanlışlık yüzünden Kamboçya hayallerimizin suya düştüğünü, üzgün olduğumuzu, yardımcı olabilirlerse çok sevineceğimizi söylüyoruz. Görevli sorunu anlıyor, ilgiyle dinliyor bizi. Güleryüzlü, samimi , yapıcı olmaya çalışan genç bir adam. Bir yere telefon ediyor, epey konuşuyor, sonra da bana Kamboçya vizesi vereceğini söylüyor. Yaşasın! Form dolduruyorum, vize ücretini ödüyorum, pasaportuma vize damgası basılıyor… hem de altı aylık J Artık rahatlıkla Kamboçya’ya geçebileceğim (Normalde Kamboçya vizesi ülkeye girerken havaalanında alınıyor). Çok teşekkür ediyoruz Mr.Hem Chamrong’a (elçilik üçüncü sekreteri) ve sevinçle ayrılıyoruz oradan. Mr.Chamrong kartvizitini de veriyor bize ve bir aksilik olursa kendisini aramalarını söylemeyi de ihmal etmiyor. Nerdeyse boynuna sarılacağım adamın. Hemen bir taksiye atlayıp Ha Noi Havalimanı’na geliyoruz. Açığa alınmış biletlerimizi öğleden sonraki uçak için kesinleştiriyoruz. Tabii check-in’de ve pasaport kontrolünde yine aynı soruna takılıyor görevliler ama artık elçilikten kapı gibi vizem var. Yine de olabilecek tersliklerden sadece benim sorumlu olacağımı belirten bir kağıt imzalatıyorlar bana.
Sonunda maceramız bitiyor, Siem Reap’e ulaşıyoruz. Hemen bir taksiye atlayıp Prince D’Angkor Oteli’ne gidiyoruz. Mutlu son. Kavuşma muhteşem.
İlk iş yorgunluğumuzu atmak için Thai masajı yaptırmak. Daha önce denemedim. Ayaktan başlayıp başa doğru ilerleyen, vücudun önce sağ yarısına sonra sol yarısına uygulanan ilginç bir masaj. Elbiselerimizi çıkarıp tek tip pijamaları giyiyoruz. Yağsız bir masaj. Esnetme, gerdirme ve vücuda baskı var. Biraz pata küte ama hem eğleniyoruz, hem de masajcı kızlarla biraz sohbet etmeye çalışırken masajın tadını çıkarıyoruz. Bir saatlik masaj bedeli 18 Dolar.
Akşam yemeğimiz için yeğenim güzel bir yer seçiyor, seçim isabetli. Beğeniyoruz.
Kamboçya’da yönetim parlamenter monarşi. Kamboçya Krallığı’nın nüfusu 15 milyon. Başkent Phnom Penh. Halkın %95’i Budist. Ana geçim kaynakları tekstil ve tarım (pirinç). Karabiber ve pirinç ülkenin önemli ihracat ürünleri. En çok tüketilen besin pirinç. Halk oldukça fakir.
Siem Reap kuzeybatı Kamboçya’da. Her yıl milyonlarca turistin ziyaret ettiği Angkor Vat tapınaklarına 5,5 km. uzaklıkta. Angkor Uluslararası Havalimanı ise şehre sadece 15 dakikalık bir uzaklıkta. Ortasından nehir geçiyor. ”Siem Reap” Kmer dilinde “Siyam yenildi” anlamına geliyor. Tay Krallığı ile 17.yüzyılda yapılan savaşta Kmer İmparatorluğu’nun kazandığı zaferle işgal altındaki şehri geri almasından sonra bu ad konmuş.
Siem Reap’de çok sayıda lüks otel yanında her bütçeye uygun oteller de var. Bizim kaldığımız Prince D’Angkor mimarisi, dekorasyonu, servisi ile güzel otellerden.
Burada da tropikal iklim hakim. Sıcaklık ve nem yüksek. Zaten gittiğimiz akşamüstü epey güzel bir yağışa denk geldik. Hem doğası hem de tarihi açısından görülmeye değer bir şehir.
Kamboçya para birimi Riel ama dolarınız varsa çevirmenize gerek kalmıyor. Her yerde dolar kullanılabiliyor.
Şehir içi ulaşımda kullanılan en pratik araç “tuk tuk” denilen, bizim faytonlarımızı andıran (bunları at çekmiyor) üç tekerlekli motosiklet taksi. Tuk tuk ile bir dolara şehrin içinde istediğiniz yere gidebiliyorsunuz.
Eski Pazar bölgesinde alışveriş için çok sayıda dükkan, kafe ve restoran var. El yapımı ürünler, ipekten yapılmış tekstil ürünleri ve tabii ki tropik meyvelerle dolu tezgahlar dikkat çekiyor.
Kamboçya’da bir işçi ayda ortalama 100 Dolar kazanıyormuş, ayda 120 Dolar iyi bir kazanç sayılıyormuş. Rehberimizin dediğine göre şehirlerde ayda 3-4 kez çöp toplama hizmeti varmış, bunun için de her ev ayda bir dolar ücret ödüyormuş. Burada turist rehberliği iyi bir iş gibi görünüyor, ülkede 5000 civarında rehber varmış.
Sabah kahvaltısının ardından Ton Le Sap Gölü’ne gitmek üzere yola çıkıyoruz. Ton Le Sap Gölü dünyanın benzersiz ekolojik su rezervlerinden biri. Güneydoğu Asya’nın da en büyük tatlı su rezervi. Şehre 15 km. uzaklıkta. 1997 yılında UNESCO tarafından Dünya Biyosfer Rezerv Alanı ilan edilmiş. Göle giderken yol boyunca yoksulluk ve sağlıksız koşullarda yaşanıldığı belli olan yerleşim yerlerinden geçiyoruz. Bu bölgede evler suyun aşırı yükselmesinden ve selden korunmak için hep direkler üzerinde yapılmış.
Göl kenarında teknelere binip gölün içinde gezmeye çıkıyoruz. Gölün suyu tam bir çamur sarısı. Suyun içinde dolaşan, dalıp çıkarak bir şeyler arayan insanlar ve çırılçıplak yüzen çocuklar görüyoruz. Gölde çeşitli hediyelik eşyalar, oyuncaklar, yiyecek içecek satan tekneler de var. Bunlardan birine çıkıyoruz. Teknede bir de timsah havuzu var. Biraz onları seyrediyoruz, bol fotoğraf çekiyoruz, doğal kabından Hindistan cevizi suyu içiyoruz.
Ton Le Sap Gölü 3.000 km2’lik bir alanı kaplıyor, ancak yağışlı mevsimde gölün alanı 10.000 km2’ye kadar çıkabiliyormuş. Gölde 200’den fazla balık türü, 100’den fazla kuş türü, 20 yılan türü, 1 çeşit leopar ve çeşitli sürüngenler olduğu yazıyor kaynaklarda.
Orada bulunduğumuz dönemde gölün çevresinde su seviyesi çok düşüktü. Su seviyesinin yükselmesi sel tehlikesi yaratıyor.
Kamboçya’da toplam 25 eyalet var. Göl beş eyalete açılıyor. Gölün etrafındaki üç dört yüzen kasabada 1,6 milyon kişi yaşıyor. Bunlar balıkçılık ve ördek yetiştiriciliği ile geçiniyorlar. Biz yedi bin civarında insanın yaşadığı bir köyü görüyoruz.
Gölün kuzeyinde iki yerleşim yeri bulunuyor. Birinde Kamboçyalılar, diğerinde Vietnamlılar yaşıyormuş. Rehberimiz ülkede çok fazla kaçak Vietnamlı olduğunu söylüyor.
Köy suyun yüksekliğine göre yer değiştiriyormuş. Su yükseldiğinde ormana yakın bölgeye, su azaldığında daha derin yerlere kayıyormuş. Yüzen köylerde doğal olarak her şey yüzüyor. Yüzen ev, yüzen okul, yüzen polis karakolu, yüzen market, yüzen tapınak, yüzen benzin istasyonu…
Yüzen köylerde evler bambudan. Evlerin altları yüksek ve orada yaşayanlar bir motor yardımıyla evlerini istedikleri yere çekebiliyorlarmış. Köyde yaşam koşulları kötü ama geçim kaynaklarını gölden sağladıkları için burada yaşamayı sürdürmek zorundalar. Gölde 1 km2’lik alanda 10 ton balık yakalamak mümkünmüş.
Akşam yemeğimizi Amazon Angkor Restaurant’ta yiyoruz. Çok büyük bir restoran ve çok kalabalık. Yemek boyunca Angkor Vat tapınağının duvarlarındaki taş oymalarda bolca görülen Apsara dansçılarının her biri bir öyküyü anlatan geleneksel dans gösterilerini izliyoruz. Kostümleri, müziği, özellikle el ve ayak hareketleriyle çok renkli ve ilginç bir dans gösterisi bu. Sahnedeki bu güzel gösteriye yoğunlaşabilmek için yemek yenmeyen bir ortamda izlenmesi belki daha iyi olurdu. Yemek sonrası Siem Reap’in Barlar Sokağı’ndayız. Sokak sağlı sollu kafeleri, restoranları ve kalabalığıyla çok canlı. Bir tur atıp “The Red Piano”da Siem Reap gecesinin tadını çıkarıyoruz.
Artık gezimizin son günündeyiz. Öğlen Seam Reap’ten ayrılacağız. O zamana kadar grubumuz serbest, ancak biz (ben ve kardeşim) pasaport macerası yüzünden tapınak gezisini kaçırdığımızdan rehberimiz Angkor Tapınakları bölgesine bizim için özel bir tur düzenledi. Kardeşim, ben ve Kamboçyalı rehberimiz sabah erkenden “tuk tuk” ile tapınaklar bölgesine doğru yola çıkıyoruz.
Tapınaklar bölgesinin 1992 yılında Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınmasıyla Siem Reap’in turizm potansiyeli oldukça artmış. Zaten girişte gördüğümüz hatırı sayılır kalabalık da bunu gösteriyor. Ülkeye gelen turistlerin en fazla ziyaret ettiği yer burası.
Tapınaklar bölgesi, Seam Reap’e inerken dört bir tarafı su ile çevrilmiş yemyeşil bir alan olarak havadan da görülüyor. Bölgede 12-13 tapınak var. Ancak zamanımızın kısıtlılığı nedeniyle sadece iki tapınağı görebileceğiz. Bunlardan birincisi Angkor Vat Tapınağı. Bu tapınak 12.yüzyılda Kral II.Suryavarman tarafından yapılmış. 30 yıl gibi bir sürede tamamlandığı tahmin ediliyor. Shiva, Vishnu ve Brahma tanrılarına adanmış. Önce Hindu tapınağı olarak, daha sonra da Budist tapınağı olarak kullanılmış. Kmer mimarisinin en önemli örneklerinden biri. Angkor Vat 82 hektarlık bir alanı kaplıyor. “İnsan beyninin bugüne kadar tasarladığı en görkemli, en uyumlu yapıt” olarak tanımlanıyor. Tapınakta Mısır piramitlerinden daha çok taş kullanılmış. Taş oyma işçiliği ön planda. Her taşın üzerine kabartmalar işlenmiş. Bu arada yapıdaki her şey simetrik. Tapınak oldukça iyi korunarak günümüze kadar gelmiş.
Tapınaklar bölgesine girişte gişede fotoğrafınızı çekiyorlar ve hemen bir çıktı alıp size fotoğraflı bir giriş kartı veriyorlar. Tapınağa uzun bir köprüden geçerek ulaşılıyor. Angkor Vat kainatın taştan bir minyatürü (universe in stone) gibi düşünülmüş ve kozmik dünyanın dünyasal bir modeli olarak tasarlanmış. Tapınağın Kmer mimarisini gösteren iki ana öğesi Hinduizm’de Tanrıların yaşadığı yer olduğuna inanılan Meru Dağı’nı simgeleyen dağ şeklindeki kubbeleri ve galerili (balkonlu) avlusu. Ortadaki büyük kubbe tapınağın merkezinden yükseliyor ve kainatın ortasında bulunduğu düşünülen Meru Dağı’nı sembolize ediyor. Dört bir köşedeki küçük kubbeler ise Meru’nun tepeleri olarak tasarlanmış. Tapınağın çevresindeki kalın dış duvarlar dünyanın kenarındaki dağlara, çevreleyen su hendeği ise okyanuslara karşılık geliyor. Küçük kubbeler 31 m., büyük kubbe 55 m. yüksekliğinde. Birçok Angkor tapınağının tersine Angkor Vat batıya bakıyor.
Tapınak duvarlarında Hint mitolojisinde yeralan Apsara dansçılarının taş kabartmaları bolca yer alıyor. Kocaman sütunlar, duvarlar, taş parmaklıklar dikkat çekici. Kamboçyalı rehberimiz bu tapınakta her şeyin simetrik olduğunu söylüyor. Öyleki Angkor Vat’ın arka yüzeyindeki bir yağlıboya tablo görüntüsündeki göletler bile sağlı sollu.
Angkor Vat Tapınağı Kamboçya ile özdeşleşmiş. Ülkenin bayrağının da simgesi.
Buradan Ta Prohm Tapınağı’na geçiyoruz. Beklediğim gibi çok ilginç ve etkileyici görüntüler var tapınakta. Tapınak 13.yüzyılda yapılmış. Söyleyişe göre, Kmerler Hinduizm’i bırakıp Budizm’e geçtikten sonra bu tapınağı terk ediyorlar. Ardından bir ağaç türü sanki bunun intikamını almak istercesine kocaman taş blokları ahtapotun kolları gibi sarıyor, eziyor, daha doğrusu işgal ediyor. Tapınakta ağaç köklerinin tamamen kapattığı ama küçücük bir aralıktan kendini gösteren taş kabartma kadın başı çok ilginç bir görüntü oluşturmuştu. Rehberimiz göstermese fark etmemiz olanaksızdı.
Angelina Jolie’nin rol aldığı Tomb Raider filminin bazı sahnelerinin bu tapınakta çekilmesi tapınağı iyice tanınır hale getirmiş.
Bu arada tapınağın çöken kısımlarındaki taşların ayrılıp, numaralandırılıp, yeniden bir araya getirilmesi çalışmaları da devam ediyor.
Öğlen Kamboçya Hava Yolları ile Ho Chi Minh’e uçuyoruz. Havalimanından dışarıya çıkmamayı tercih ediyoruz. Güzel dükkanlar var, alışveriş olanağı fazla. Sonra da yine THY ile ver elini İstanbul…
Geriye hoş anılar ve fotoğraflar kalıyor…
Yazan: Semra Doğan ( semra_dogan@yahoo.com )